28 Kas 2024
Halil Nalçaoğlu
Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarını görmüşsünüzdür. Bu ikonik İstanbul tasvirleri yakın zamanda canlandı… Erdem Topsakal yapay zeka yardımı ile “İstanbul’un Hafızası” adlı bir seri (çok) kısa video paylaştı Instagram’da. Bu seride yalnızca Ara Güler değil, hafızamızdaki başka bir çok İstanbul fotoğrafı hareketli görüntü formatına getirilmiş. Şöyle ifade ediyor kendisini: “Bu videoda, ustanın (Ara Güler) mirasına duyduğum derin saygıyla, onun en sevdiğim karelerine yapay zeka desteğiyle yeni bir boyut kazandırmayı amaçladım. İstanbul’un enerjisini ve hüznünü ölümsüzleştiren bu fotoğrafların hâlâ ne kadar canlı olduklarını hatırlatmak istedim.”
İçimde derin bir huzursuzluk şu soruyu sordum: Neden? Videolar çok güzel olmuş, tamam. Ama bu kareler zaten çok güzel değil miydi? Bu fotoğrafların hâlâ ne kadar “canlı” olduklarını neden “hatırlamalıyız”?
Fotoğraf doğası gereği zamanı durdurur. Bir anlamda öldürme işlemidir fotoğraf. Daha doğru bir ifade ile, öldürme ve mevtayı tahnit etme. Öldürerek ölümsüzleştirme de diyebiliriz, bu kadar tezatı göze alırsak…
Teknoloji zamanın sonsuz akışı içinde beliren ve kaybolan anları temsile dönüştürüyor. Sözü donduran yazı gibi, görüntüyü de fotoğraf donduruyor. Görüntü uçuyor, fotoğraf kalıyor.
Sonra hareketli fotoğraf giriyor devreye. Gözün gördüğünü, yaşantıyı donduran film zaman içinde evriliyor. Sesleniyor, renkleniyor, “sinemaskop” oluyor, üç boyutlu (gibi) oluyor. Teknoloji ve temsilin kendi içinde bir mantığı var.
Hayatı yeniden üreten teknoloji her aşamada yaptığını yetersiz buluyor. Daha canlı, hayata daha yakın temsiller üretmek için bilimin ve teknolojinin sınırları zorlanıyor. Olan ve “gibi-olan” her daim birbirine biraz daha yaklaşıyor. Aradaki farkı toptan silme ve gerçekten mevcut olan ile onun temsilini çakıştırma arzusu bu.
Batı edebiyatı ve felsefesinde bu arzunun güçlü yansımalarını görüyoruz. Lewis Carrol’dan Jorge Luis Borges’e, oradan Umberto Eco ve Jean Baudrillard’a kadar (bu) arzunun imkânsızlığı üzerinde durulmuştur. Lacancı terimlerle arzu, hiç bitmeyen arayış, sürekli elimizden kayıp giden ulaşılamaz bir idealdir. Çünkü aradığımız nesnenin kendisi değil, onun işaret ettiği eksikliktir. Kapanmaya sürekli direnen, özne ile tatmin arasındaki mesafeyi sonsuza dek koruyan bir boşluk.
Bu eksikliğin daha “canlı” temsillerle kapatılabileceğine inanmak ne kadar hazin ve bir o kadar nafile. Zira temsil, tanımı gereği misali olduğu şeyden eksik değil midir? Carroll’un Sylvie ve Bruno’sundaki şu diyaloğa bakalım:
Cep haritası ne kadar kullanışlı bir şey!” dedim.
“Ulusunuzdan öğrendiğimiz bir başka şey de bu,” dedi Mein Herr, “harita yapımı. Ama biz bunu sizden çok daha ileriye taşıdık. Sizce gerçekten yararlı olabilecek en büyük harita nedir?”
Mil başına yaklaşık altı inç.
“Sadece altı inç!” diye haykırdı Mein Herr. “Çok geçmeden bir milde altı metreye ulaştık. Sonra bir kilometreye yüz metreyi denedik. Ve sonra en büyük fikir geldi! Gerçekten de ülkenin bir milde bir mil ölçeğinde bir haritasını yaptık!”
“Bunu çok kullandınız mı?” diye sordum.
“Henüz hiç yayılmadı,” dedi Mein Herr: “Çiftçiler itiraz etti: Bütün ülkeyi kaplayacağını ve güneş ışığını keseceğini söylediler! Bu yüzden şimdi ülkenin kendisini kendi haritası olarak kullanıyoruz ve sizi temin ederim ki neredeyse aynı işi görüyor.”
Lewis Carroll, Sylvie ve Bruno , 1895
Bu pasajdan etkilenen Borges şu ölümsüz satırları yazacaktır:
… O İmparatorluk’ta Haritacılık Sanatı o denli Mükemmelik’e ulaşmıştı ki, Tek bir eyaletin Haritası bir Şehir’i ve İmparatorluk’un kendisinin Haritası bütün bir Eyalet’i kaplıyordu. Zaman içerisinde, bu Ayrıntılı Haritalar biraz eksik bulundu ve Haritacılık Okulu, İmparatorluk’la bire bir Ölçekte bir İmparatorluk Haritası geliştirdi, öyle ki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyordu. Haritacılık Bilimine daha az önem veren sonraki Kuşaklar, bu Boyuttaki bir haritanın kullanışsız olduğuna karar verdiler ve biraz saygısızlık da ederek onu Güneş ve Yağmur altında yıpranmaya terk ettiler. Batı Çölleri’nde haritanın yırtılmış Parçaları bugün bile bir Hayvana ya da bir dilenciye Barınak olabiliyor; Coğrafya Biliminden Tüm Ulusa kalan yalnızca budur.
Jorge Luis Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi. (Çev. Zeynep Çağlayan), Telos, 1995.
Ülkenin kendisini kendi haritası olarak kullanmak temsile sadakatsizliğin değil gerçeğe düşkünlüğün işareti olsa gerek. “Sonraki nesiller”, yani bizler, sayısız imgenin gerçeklikle bağı kopmuş bir şekilde dans ettiği, gerçeğe olan referansın yalnızca başka temsillere referans olduğu yeni evrenimizde tamiri mümkün olmayan bir kafa karışıklığı içinde yaşıyoruz. İşin kötü yanı kafamızın karışık olduğunun farkında değiliz. Çünkü “yeni teknolojiler”, özellikle yapay zeka, temsil evrenine el attıkça bize şunu söylüyor: Temsili gerçekle çakıştırmak şöyle dursun, gerçekten daha gerçek, otantikten daha otantik, orijinalden daha orijinal bir dünya sunuyorum size. İşinize yarıyor mu?
Güzel olmuş ama Ara Güler’in kıpırdayan fotoğrafları benim pek işime yaramadı. Kafam hâlâ karışık.