23 Şub 2024
Halil Nalçaoğlu
Şöyle bir haber okuduk: “İstanbul Üniversitesi kapılarını halka açtı.” Sosyal medya bir anda Beyazıt Kampüsü manzaraları ile doldu. Amfiler, koridorlar, bahçe… “Sokaktaki insan” Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden birine girmiş Anayasa Hukuku dersi dinliyor. Ya da şöyle söyleyelim: Anayasa Hukuku dersinin verilişini seyrediyor.
Üniversite’nin duvarlarını yıkmak üzerine çok yazı yazıp konuşmuş biri olarak ilgimi çekti bu durum. Zira üniversitenin duvarları fizikî olmaktan çok metaforik olarak önemli bir sınırı anlatıyor bize. Bu sınır, bilginin üretildiği yer ile tüketildiği yeri, bilgi hammaddesinin bulunduğu yer ile işlenip bilgi haline getirildiği yeri, işlenmiş bilgi ile işe yarar bilginin kullanıldığı yeri ayırıyor.
Bu duvarın ayırdığı alanlar arasındaki akışkanlığa bilim iletişimi diyebiliriz. Acaba bir üniversitenin kampüsüne, binalarının içine, yönetim katlarına sıradan insanların girip çıkması da bilim iletişimi kapsamında ele alınabilir mi? Tahmin edileceği üzere konumuz olan üniversitenin bu kararı çok tepki çekti ve hemen ertesi gün bazı kısıtlar getirildi giriş çıkışlara. Bazıları halkın derslerin verilişini izlemelerini “insanat bahçesi” gibi pek de yaratıcı olmayan ama eleştiri dozu yüksek terimlerle niteledi. Halk üniversitelere girmeli mi?
Önce bir yanlışı düzeltelim. Halk üniversitelere zaten giriyor. Hem de ne giriş! Üç buçuk milyona yakın halk çocuğu o büyülü kapıdan içeri girmek için hayatlarının en güzel zamanlarını heba ediyor. Ve sonunda içeri girme hakkını “kazanıyorlar”. Biz öğretim üyeleri, o kapının sözde sahipleri olarak az çekmiyoruz bu unvan için. Böylece üniversite girmesi ayrı dert, çıkması ayrı dert bir yer olup çıkıyor. Peki, üniversitenin büyüsü nereden geliyor?
Ne içeri girerken yaşanan zorluklar ne üniversitenin insana kattıkları ne de içeride üretilen bilgiye atfedilen değer. Üniversitenin büyüsü o duvarda gizli. İnsanlığın bin küsur yıldır yükselttiği o duvar aslında akıl ile maddeyi ayıran çizginin metaforudur. Bir başka ifade ile düşünceyi dünyadan ayıran bakış açısı üniversitenin varlık nedenidir. Dünyada olup bitenleri anlama arzusu ve anlama/açıklama ayrıcalığının yeryüzüne yaklaşması ile doğmuştur üniversite. Belki başlangıçta karışıktır insanın kafası. Mesela Descartes’ın bilgi ağacının kökleri metafiziktir. Gövdesi fiziği, dalları diğer bilimleri temsil eder. Heidegger sorar: Peki hangi toprağa salınmıştır bu kökler? İnsanın varoluşsal deneyimine.
O halde konumuz, üniversitenin kökleri olarak tarif edilen aklın (metafiziğin) kolay kolay yıkılmayacak bir duvara dönüşmesi, bilgiyi “dışarıdan” koruyarak “içeriye” hapsetmesi. İstanbul Üniversitesi’nin o duvarı yıkması böyle bakıldığında tuhaf bir deneyim olmadı mı? Yerinden edilmesi gereken bir metaforik ayrım, fizikî engellerin kaldırılması şeklinde gösterdi kendisini. Yani, kafalardaki duvar yıkılmadan fizikî duvarlar kaldırıldı. Üniversite meseleyi en sonunda anladı diyebiliriz. Ama yanlış anladı!
Bu yanlış anlamada şaşılacak bir şey yok. Bilim ve toplum arasındaki iletişimi güçlendirmek bu iki unsurdan birini diğerine göre avantajlı konuma getirmek anlamına gelmemeli. Bilimi ve bilim insanlarını kayırırsanız elitizm, sıradan insanları kayırırsanız popülizm tuzağına düşersiniz. Her ikisi de sağlıklı ve temiz bilim iletişimi için tehlikeli tuzaklardır. Ne yazık ki bugün Türkiye boğazına kadar ikinci tuzağın içine düşmüş durumda. Bunun en net göstergesi bilimcilerin giderek gözden düşen, itilip kakılan, hakları ve özgürlükleri ellerinden alınan, en kötüsü, ülke dışına gitme eğiliminde olan bir toplumsal gruba dönüşmesi değil mi?
Üniversiteler bin yıldır yükselttikleri duvarlarda pencereler, kapılar açmak zorundadır. Bu kesin. Toplumda bilime dönük olumlu duygu ve ilginin artması, politika yapıcıların bilimden istifade ederek çalışmaları, hayatımızı kolaylaştıran teknolojilerin geliştirilmesi, çocukların ve gençlerin hayallerini bilimin süslemesi için bu şart.
Pre-Sokratik olarak tanımlanan Parmenides “düşünce ve varlık birdir, aynıdır” diyor. Parmenides için, "düşünce ve varlık aynıdır" ifadesi, düşünülebilecek şeyin ve var olanın aynı olduğunu ima eder. Diğer bir deyişle, hakikat birleşik ve değişmezdir ve bu hakikat akılcı düşünce yoluyla kavranabilir. Üniversite hakikatin kavranması için icat edilmiş araçlardan yalnızca biridir. Bir hakikate bilim yolu ile de erişmek isteyebilirsiniz, sanat ya da edebiyat yoluyla da. Ya da bunların hepsini harmanlayan bir yaklaşımınız olabilir. Descartes’tan ne kadar farklı değil mi? Bilginin üretim yeri ile tüketim yeri arasında neden kocaman bir duvar olsun? Ya da varsa bile bu duvar neden bir kale duvarı olsun? Bilgi ağacının köklerini, insanın varoluşsal deneyimi ile yoğrulmuş, insanın kendini içinde bulduğu dünya ile bağlarını kopartmadığı, tersine güçlendirdiği, kendi dışındaki canlı-cansız tüm varlıklarla kibirsiz ilişkiye girdiği bir toprakta hayal ediyorum.