Bir Barış Hikayesi

Bir Barış Hikayesi

27 Tem 2025

Halil Nalçaoğlu

Mayıs ayını kısmen “barış” konuşarak geçirdik. Ben bu satırları yazarken (Haziran ortaları) siyaset gündeminde “barış” kelimesi kendine pek yer bulamıyor. Çünkü gündem el yükseltti. İsrail İran’ı vurdu, Türkiye İsrail’in bir sonraki hedefi olarak anılır olmaya başladı. Üstelik bu söylemin etkili taşıyıcıları arasında Abdullah Öcalan var. Kurduğu örgüte kendini feshetmesi talimatı veren Öcalan. Gündemi boş verip önce bu fesih meselesine bakalım.

PKK, 12 Mayıs 2025 tarihinde, ANF aracılığıyla yayımladığı açıklamayla silahlı mücadeleye ve “PKK” adıyla sürdürülen tüm faaliyetlere son verdiğini duyurdu. Kimi bunu tarihi bir dönemeç olarak gördü; kimine göre ise bu geç kalmış, fazlasıyla sorunlu ve hala samimiyeti sınanan bir hamleydi. Diyarbakır’da yapılan açıklama halaylarla karşılandı ama Türkiye’nin genelinde beklenen heyecanı yaratmadı.

Bu tepkisizlik halini açıklamak kolay değil. Bir yanda “dirilişten” söz edenler var, diğer yanda “ihanetten”. İyimserlikten temkinli karamsarlığa kadar geniş bir ruh hali yelpazesi oluşmuş durumda. Ama tüm bu karmaşık duyguların ortaklaştığı bir yerde duruyoruz: “Barış tamam da demokratik toplum nasıl olacak?” sorusu. Açıklamanın içeriği, bu soruya pek yanıt vermiyor. Toplumun genelinde hâkim olan düşük dozlu tepki, belki de bu yüzden.

PKK’nın fesih metni, bir zafer deklarasyonu gibi yazılmış. İlk cümlelerinden itibaren “inkâr ve imha siyasetine son verildiği,” “Kürt halkının varlığının kabul ettirildiği,” “diriliş devriminin gerçekleştiği” gibi ifadelerle örülü. Bu tür zafer söylemleri, elbette PKK çevresindeki kitleye yönelik motive edici bir anlam taşıyor olabilir. Ancak barış denen şeyin özü, yalnızca silah bırakmakla sınırlı değil. Zihinlerdeki düşmanlıkların silinmesi, ortak bir yaşam tahayyülünün kurulması da en az o kadar önemli. Zafer ilanları ise bu zemini inşa etmeye pek yardımcı olmuyor; hatta tam tersi bir etki bile doğurabiliyor.

Metnin tarihsel referanslarında 1924 Anayasası ve Lozan Antlaşması inkâr, imha, soykırım ve asimilasyon kavramlarıyla anılıyor. Metin boyunca “soykırım” sözcüğü beş kez geçiyor. Türkiye toplumunun kolektif hafızasında ağır bir yankıya sahip bu kavramın böylesine sıklıkla kullanılması, barışçıl bir süreci başlatmak bir yana, zihinlerdeki duvarları daha da yükseltebilir. Bu sözcüklerin, bir ortak hafıza ve empati duygusu oluşturma yolunda ne kadar etkili olduğu ciddi biçimde sorgulanmalı.

Bazı yorumcular, bu tür bir zafer dilinin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Çünkü aynı zamanda devlet cephesinden de zafer ilan edildiği, sürecin bir müzakere değil bir tasfiye olarak yürütüldüğü öne sürülüyor. Belki de haklılar. Ancak bu iki taraflı zafer ilanları arasında sıkışan şey, aslında toplum geneline yayılmış barış duygusu oluyor. Barış suçlamaların değil, karşılıklı rızanın, ortak bir dilin ve geleceğe yönelik ortak bir hikâyenin ürünü olmalı.

Açıklamanın ilginç yanlarından biri de örgütün kendini feshederken bile “dönem görevleri” tanımlamayı sürdürmesi. Kürt halkına çağrı yapılıyor: Kendi öz örgütlerini kursunlar, dillerini ve kültürlerini yaşatsınlar, “komünal demokratik toplumu” inşa etsinler isteniyor. Burada bir çelişki belirmeye başlıyor: Hem örgüt sona eriyor hem de bir ulus inşası süreci başlatılıyor. Fesih mi, yoksa yeni bir başlangıç mı? Açıklamanın tonundan bu soruya net bir yanıt almak mümkün değil.

Buradaki asıl mesele, barışın önünü açacak bir siyasal tahayyülün, ortak yaşamı mümkün kılacak bir dilin ve programın eksikliği. “Kürt Demokratik Uluslaşması” adı altında önerilen model, bir yandan kültürel ve siyasal özerklik vaat ediyor; diğer yandan “komünal” bir toplum inşasını hedefliyor. Ancak bu kavramlar hem içerik olarak muğlak hem de toplumun geniş kesimleriyle bağ kurabilecek bir somutluk taşımıyor. Dahası, bu kavramların bazıları, Cumhuriyet’in erken döneminde uygulanan, bugün ise zaman zaman eleştirilen “ulus inşası” pratiklerinin neredeyse aynısı. Özerklik, öz savunma, kültürel izolasyon… Bunlar tarihsel olarak farklılıkların bastırılmasıyla sonuçlanan politikaların ters yüz edilmiş halleri gibi duruyor.

Bana kalırsa barış, tarafların –yani birlikte yaşayacak toplum kesimlerinin– ortak bir dil, ortak bir hikâye kurmasıyla mümkün olur. Bugün gördüğümüz ise, dar bir ideolojik çerçevede şekillenmiş ve daha çok sembollerle konuşan bir söylem. Liderliğe kutsallık atfedilmesi, Öcalan’a “önderlik mücadelesi” üzerinden tarihsel bir misyon yüklenmesi, açıklamanın diğer dikkat çeken unsurlarından biri. Bu anlatıda, Öcalan’ın daha önceki tüm barış girişimlerinin “derin devlet” tarafından sabote edildiği iddia ediliyor. Yine aynı anlatıya göre, İmralı bir “soykırım sistemi,” yakalanması ise bir “uluslararası komplo.” Bu tür söylemler, toplumsal meşruiyeti genişletmekten çok, mevcut tabanı konsolide etmeye yarar.

Açıklamanın ilerleyen bölümlerinde sosyalist devrimden, enternasyonal dayanışmadan, demokratik modernite teorisinden söz ediliyor. Yapay zekâya sordum, Öcalan’ın kurmayı hayal ettiği toplumu nasıl tarif ederdi? Şöyle dedi: “Komünal-demokratik, sınıf-temelli ve çoklukçu bir toplumsal tahayyül; devlet-dışı özyönetim biçimleriyle örülmüş, küresel dayanışmayı ve yerel özerkliği birlikte düşünen bir ‘demokratik modernite’ toplumu.”

Sizin kulağınıza nasıl geliyor bilemem ama bu modelin ne ölçüde uygulanabilir olduğu ciddi biçimde sorgulanmalı. Bir “modernist demokrat” olarak bu vizyonu tümüyle reddetmiyorum. Ama yaş almış bir akademisyen olarak, bu modelin Türkiye gibi kırılgan bir demokraside toplumsal uzlaşıyı inşa edecek bir formül olduğundan şüpheliyim. Barışa giden yolu bulabiliriz, ama bu terimlerle mi, bu dille mi—emin değilim.

Tüm bunlara rağmen, mutlak bir itiraz içinde değilim. Bekleyip görmekte fayda var. Ancak görünen o ki; barış, yalnızca silahların susmasıyla gelmiyor. Barış, dilde başlıyor. Ve o dili hâlâ kurabilmiş değiliz.