Bir Toplu Taşıma Anonsunun Düşündürdükleri

Bir Toplu Taşıma Anonsunun Düşündürdükleri

25 May 2024

Tüge Gülşen*

İyi bir gözlemci için uyarı tabelaları ve anonslar bulundukları yer ve orada yaşayan kitlenin yaşam tarzı ve benimsedikleri toplumsal kurallar hakkında bize çok şey anlatabilir. Bunlar, her zaman olası risklerin önlemini almak için yapılıyor gibi görünse de diğer yandan bizlerin kamusal alandaki davranışlarına dair önemli ipuçları barındırabilir. Yapılan uyarılar kamusal alanda bize “demek böyle yapanlar da var” mesajını vererek bizleri yaşadığımız toplum üzerine düşündürebilir.

Bu uyarıların hepsi evrensel olmayabilir; bulundukları topluma has bir takım uyarı tabelaları ve anonslar vardır. Türkiye’de sıklıkla karşılaştığımız “sağa dönüşte yayaya yol ver” tabelası da bunlardan sadece bir tanesidir. Bu uyarıyı Almanya’da doğmuş ve büyümüş bir çocuk olarak hiç görmedim. Daha sonra da gerek akademisyen gerek turist olarak gittiğim hiçbir ülkede böyle bir uyarı dikkatimi çekmedi. Düzenli olarak ziyaret ettiğim Almanya’da yarım asır öncesindeki toplumsal düzene bugün o kadar sadık bir toplum gözlemlemiyorum. Ama bizim konumuz bu değil.

Bu “sağa dönüşte yayaya yol ver” tabelası birçok ülkede neden yok acaba? Acaba böyle bir tabelaya bu zaten evrensel bir trafik kuralı olduğu için gerek mi duymuyorlar? Bu durumda bizde böyle bir tabelanın yazılması ne anlama geliyor? Acaba o arabanın sağa dönerken yayaya yol vermeme ihtimali mi yüksek? Yoksa yayaların hayatta kalma becerilerine aşırı bir güven mi duyuluyor? Demek ki bu ülkede sürücüler sağa dönüşte yayalara yeşil ışık yanmasına rağmen yayalara yol vermeyebiliyor. İşte o tabela, arabayı kullananların ve yayaların davranışları üzerine önemli ipuçları barındırır. Öte yandan böylesi bir uyarının yapılmış olması yayalara “dikkatli olmakta fayda var, sürücüler durmayabiliyorlar” mesajı olarak da anlaşılabilir. Benzer bir uyarı, Almanya’da yaşayan Türkler’in yeşil alan bulduğunda mangal yakma merakını fark edince “burada mangal yapılmaz” şeklinde karşımıza çıkmıştı. Oysaki öncesinde kamusal alan olan parklarda insanların mangal yakmadığı ve hatta bunu aklına bile getirmediği bir toplumda böyle bir uyarıya gerek duyulmamıştı. Yani parklara yerleştirilen bu yeni uyarı tabelalarının hedef kitlesi belliydi. “Buraya çöp dökmek yasak” uyarısı da her ülkede karşımıza çıkmaz çünkü zaten oraya çöp dökülmez, orası çöp değildir, çöpler çöp kutularına atılır. Küçük bir çocukken sokaktaki “tante’ler (teyze)” ve “oma’lar (büyükanne)” kızar diye elimizdeki sakız kâğıtlarını dikkatle cebimize tıkıştırdığımız Almanya’da hiç görmedim mesela böyle bir tabelayı. Hâlâ ceplerim ve çantam çöp dolu eve gidiyorum ya ben, bu da benim derdim olsun.

İşte zaman içinde ihtiyaçtan doğan ve yeni yeni gördüğümüz böyle uyarılar var çevremizde. Güneye inince yollarda eskiden sadece “yabani hayvan çıkabilir” anlamında koşan bir geyik ya da köy yoluysa inek tabelası vardı ama bugün yaban domuzu tabelaları da var. Hani “diğerlerine dikkat ediyorsun, bunlara da dikkat et” dercesine. Yangınlar, madenler derken yuvalarından, aşlarından ettiğimiz yaban domuzları şehirlere, beldelere indi. Halk da bu konuda kararsız. Bazıları yaban domuzlarının ziyaretlerinden tedirgin olup korkarken bazıları için seyirlik olabiliyor. Sanki yaban domuzları attıkları karpuz kabukları için kırsaldan kente göç etmeye karar vermişler. Aslında “yaban domuzu çıkabilir” tabelası sürücüler için bir uyarı olmanın yanı sıra toplumun geri kalanı için de mevcut ekolojik sorunu gözler önüne seren bir mesaj niteliği taşıyabilir. Uzun lafın kısası, uyarılar hedeflenen ana mesajla birlikte kitleler için bir ya da birden çok alt-mesajlar da içerir.

Bütün bunları bana düşündürense belediye otobüslerinde duyduğum değişik bir anonstu. Geçenlerde otobüse bindiğimde kapılar kapanır kapanmaz şöyle bir anons duydum: “Sayın yolcularımız, otobüste herhangi bir yere tutunmadan telefonla ilgilenerek yolculuk yapmak sizin ve diğer yolcuların can güvenliğini riske atacağı için tutunarak yolculuk yapmak önem arz etmektedir.” Bu uyarı, yerçekimine karşı beyhude bir çabaya girmeyin, düşerseniz hem kendinize hem de diğer yolculara fiziksel olarak zararlar verebilirsiniz ana mesajının ötesinde birçok alt-mesaj ifade etti benim için. Bize toplu taşımada bireylerin cep telefonu kullanma davranışlarına dair bir yönlendirme yapıyordu.

Toplu taşıma araçlarında cep telefonu ekranlarına kilitlenmiş olanların oranı, pencereden dışarıyı izleyenler, kitap okuyanlar veya sohbet edenlerden açık ara daha fazla. Bu anons, bireylerin cep telefonu kullanırken aslında gerçek dünyadan kopuşlarının bir ipucu gibiydi. Artık ekranlarıyla ilgiliyken otobüste bile bir yere tutunmayı unutabilen bir kitle söz konusu yaşamlarımızda. Birlikte toplu taşıma aracına binip amaçlı bir konuşma yapmadan telefonlarında kaybolurken ‘birlikte’ seyahat edenler “bir sonraki durak” anonsuyla sanaldan gerçek dünyaya dönüş yapıyor ve bazen de son anda inmeleri gereken durakta telaşla araçtan inmeye yetişiyorlar. Bir gün yorgun argın işten çıkıp eve dönerken Kadıköy’den metroya binen iki genç kızı hatırlıyorum. Bindikleri andan itibaren aralıksız cep telefonlarıyla özçekim yapıyor, çektiklerini birbirlerine gösterip duruyorlardı. Ben inmem gereken durakta inerken onları o halde ardımda bıraktım. Kafaları öne eğik ekranda parmakları kayarken… Bilemiyorum ki belki de bu şekilde yollar daha katlanılabilir oluyordur İstanbul gibi bir metropolde. Byung-Chul Han’ın Un-zeit diye tanımladığı “uygunsuz zaman,” başka bir deyişle "zaman olmayan zamanda” yok olmaktayız adeta. Han’a göre artık “dünya uygunsuz zaman dünyası.” Başı sonu belli olmayan, atomlaşmış, yönetilmeyen zamanın insanları, ekranlarında gündelik yaşamın bitimsiz deneyimleri arasında dolaşmayı tercih ediyorlar. Dijital dünyanın kutsanan hızına tapınan bireyler, ekran kaydırarak kentte yolculuk yaparken, bir yerden başka bir yere doğru akarken aslında zihinlerinde kayda değer verileri saklamakla ilgilenmiyorlar. Bu durumda, deneyimleri ekranlara hapsedilmiş bir kitle de söz konusu yaşamlarımızda.

Kamusal alanda bir araya gelmiş bireyler, bu uygunsuz zamanda çevrelerini saran gerçek dünyaya algılarını kapatmayı tercih edebiliyorlar. Toplu taşıma araçlarında kalabalıklar içinde kapıya ulaşmaya çalışan biçare birey, önünde duran kişiye sesini duyuramıyor. Bu kitlenin çoğunun kablosuz kulaklıklarıyla bağlandığı sanal dünyadan uyanarak size şöyle bir bakıp yol vermesi ancak onun omzuna hafifçe dokunmanızdan sonra mümkün oluyor. Peki ya o anonslar? Sizce bu kitle yapılan uyarı anonsunu duyuyor mudur? Belki duyuruları sesli değil onların telefonlarına mesaj yoluyla yapmak gerekiyor artık, ki ekranlarında görebilsinler. Zira aynı taşıtta yolculuk yaptıkları yaşlı, hamile ve engelli yolcuları fark edemeyecek kadar ekranlarındalar. 2000’lere kadar dijital-öncesi yıllarda Erving Goffman’ın işaret ettiği gibi gazeteye kafasını gömerek kamusal alanda başkalarıyla iletişim kurmaktan kaçınan bireylerin güncellenmiş versiyonudur diyorum ben bu bireylere. Hatta tam da bu noktada, Goffman’ın etkileşim kalkanları olarak nitelendirdiği paravanların artık cep telefonları olduğunu düşünmekteyim.

Biz her ne kadar ekranlarını kendilerine kalkan ederek kamusal alanda gündelik yaşamın akışında var olan bireyleri görsek de cep telefonlarından bu alana sızan içeriklere sürekli maruz kalmak durumunda kalıyoruz. Peki kaçımız bunun farkındayız? Bireylerin toplu taşıma araçlarında sergilediği iletişim davranışları günümüz mahremiyet anlayışı üzerine de bizleri düşündürmelidir. En belirgin davranışlardan biri kamusal alanda görüntülü aramaların yapılmasıdır belki de. Metroya binerken önümdeki metropol insanının ekranında ayıcıklı pijamasıyla eşini/sevgilisini görebiliyor olmak nedir? Kadının saçındaki lotus tokası hafızamda ve sesi de çınlıyor hala kulaklarımda… Benim bu konudaki hayretim “pijamayla kapı açılmaz” diye parmak sallanan bir kültür içinde büyütülmüş olmamdan mıdır acaba? Gözlemlediğimiz bu değişik durum Amerikalı antropolog Edward T. Hall’un geliştirdiği proksemi kavramını aklıma getiriyor. Hall’a göre farklı kültürlerden insanların “kişisel alanını” neyin oluşturduğuna dair farklı kavramları vardır ve etrafımızdaki alanı kullanma şeklimiz, o alandaki mevcut kişilerle kurduğumuz iletişim kültürümüz tarafından şekillendirilir. Buna göre kişilerarası iletişimde bireylerin gerçekleşmesine izin verdikleri ve vermedikleri temaslar kültürle bağlantılıdır. Örneğin, Almanya’da toplu taşıma aracından inerken kimsenin omzuna dokunamazsınız. Aslında genel olarak kamusal alanda kimseye fiziksel temasta bulunamazsınız. Aksi kabul edilemez. Belki de bu nedenle metroya binerken sırtımdan dürtülmek beni bu kadar rahatsız ediyor. Elbette ki bireye en yakın çember, özel/mahrem alanıdır. Bu alana izin verilenler bireylerin partnerleri ve bakımından sorumlu olduğu aile üyeleridir. Sonrasında sırasıyla kişisel alan ve sosyal alan gelir. Bireyler kişisel alanlarında dostları ve geniş aile üyeleriyle, sosyal alanlarında tanıdıklarıyla etkileşime girerler. Bireylerin iletişim kurdukları alanlarda en dıştaki çember kamusal alandır. Dolayısıyla kamusal alan mahremin sakınıldığı, iletişimin diğer tüm alanlardan süzülerek şekillendiği, ölçülü, toplumsal ve kültürel normlara uygun şekilde kurulduğu bir alandır. Sabah ve akşam saatlerinde İstanbul’da herhangi bir toplu taşıma aracına bindiğinizde bu sınıflandırmayı bir düşünün. Nüfus yoğunluğu bu kadar yüksek olan bir metropolde Hall bir akşam metrobüse binse proksemi kavramını nasıl açıklardı acaba? Fiziksel alanı ölçme biçmeyi bir kenara bırakırsak kültürel ve toplumsal normlar kamusal alanda öylesine başkalaşmış durumda ki, ben her an hiç tanımadığım kişilerin alanları arasında dolaşıp duruyorum. Ekranlardan akan görüntüler, mikrofonlardan yükselen seslerle kamusal alan ve diğerleri iç içe geçiyor ve öğrendiğimiz tüm kurallar önemini yitiriyor, geçerliliğini kaybediyor.

Kamusal alanda sıklıkla karşılaştığımız başka bir davranış da cep telefonunu kulağında değil ağzına tutarak sesi mikrofona alıp konuşmak. Bu şekilde bireyler telefon konuşmalarına bizleri de ortak ettiklerinin farkında mıdırlar? Bizler istesek de istemesek de bireylerin mahremine girip sohbetlerine ortak ediliyoruz. Bu yeni iletişim davranışı da belki zihnin ekrana hapsolmasındandır. Bireyler için çevrelerini saran gerçek dünya tüm bileşenleriyle artık aslında yoktur; onların gerçeği eklemlenen başka bir boyutta varlığını yaratmıştır. Bu nedenle de özelini sakınma ihtiyacı duymuyorlar belki. Kulaklıklarınızı takıp siz de ekranlarınıza hapsolmayı tercih etmezseniz bu yeni iletişim kabilesine uyumlanamazsınız. Kafanızı kaldırıp çevrenize bakarsanız, hangi durakta ineceğini size soranları ya da yer vermeniz gereken diğer yolcuları görmezden gelmeyi tercih etmezseniz her an başkalarının iletişim pratiklerinin ortağı olmayı kabul etmek durumundasınız. Her an Goffman’ın “seyirci (bystander)” olarak tanımladığı bireyler olarak istemsizce başkalarının konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz. Ancak seyircilerden görgü kurallarına göre çevrelerindeki konuşmaları dinlememeleri ve hatta orada olmadıkları kurgusunu maksimum düzeyde temsil etmeleri beklenir Goffman’a göre. Bizler de böyle büyümedik mi? “Bakma öyle,” “dinlenmez ayıp” gibi uyarıları hangimiz duymadı ki büyüklerinden? Oysaki artık bundan rahatsızlık duymuyoruz, orada değilmişçesine bir tavır takınmıyoruz ve hatta birbirimizin ekranlarına göz atabiliyoruz toplu taşıma araçlarında. Bu yeni iletişim davranışı eskiden olduğu gibi kınanan ve utanılan bir durum değil. Pijamalarıyla birini ekranda görebilir, ev sahibiyle yapılan bir pazarlığa ya da girilen tartışmaya her an tanık olabiliriz. Bazen küfür kıyamet duyulur otobüsün ortasında cep telefonunun bizim taraftaki ucunda ama ne konuşan ne de dinleyenler utanır. Öyle ya, onun cep telefonu, onun konuşması, kime nedir ki?

Aykırı düşmeyen, olağanlaşan ve yüceltilen bir şeffaflık hâkim kamusal alana. Han, günümüzdeki şeffaflık toplumunu “aynının cehennemi” olarak tanımlar. Sergileme kültürünün hâkim kılındığı enformasyon çağında herkes aynıdır ve yüceltilen şeffaflık anlamı yitirmemize neden olur. Ekranlardan ulaştıkları sanal boyutta bireylerin kişisel alan algılarında başkalaşma meydana geliyor. Han, “dijital mahalle” olarak adlandırdığı sanal mecraların kişiselleştirilmiş olmasına dikkat çekerek “dışarısının ortadan kaldırılmış olduğu mutlak bir yakın alan” oluşturduğunu söyler. Bu dijital mahalle, kişilere sadece hoşlarına gidecek ve onaylayacakları içerikleri getirir. “Böylelikle de kamusal alanı, kamusal ve hatta eleştirel bilinci ortadan kaldırarak dünyayı özelleştirir. İnternet mahrem bir alana, rahatlık ortamına dönüşür.” Ekranlarından geçiş yaptıkları boyuttaki dünya bu haldeyken, gerçek dünyadaki kamusal alan algısı da bundan farklı olamıyor galiba. Bir rahatlık, bir şeffaflık sormayın gitsin. Sesler veya görüntüler rahatsız mı etti sizi? Takın kulaklıkları girin ekranlarınıza, sorun olmasın gerçek dünyada... Kablosuz kulaklıklar kullanın hatta. Kış mevsiminde bir de bere geçirin kafanıza. Böyle aklını yitirmişçesine kendi kendine konuşan kabile üyelerinden olun. Hem “ay pardon bana mı dediniz,” “ya acaba tanıyor muyum, ben de günaydın desem mi, ayıp olmasın” gibi tedirginliklerden de kurtulursunuz böylece. İşin özü, bir elinizle bir yere, diğeriyle de cep telefonlarına tutunup tüm modası geçmiş iletişimsel sorumluluklardan kurtulun gitsin.

“Sayın yolcularımız, otobüste herhangi bir yere tutunmadan telefonla ilgilenerek yolculuk yapmak sizin ve diğer yolcuların can güvenliğini riske atacağı için tutunarak yolculuk yapmak önem arz etmektedir.” Bir yere tutunarak telefonla ilgilenirseniz sorun çıkmaz. Rahat rahat ekranınıza dalıp kapınızı da içeriden kilitleyebilirsiniz. Böylece yerinizi kimseye vermek, soru soranlarla muhatap olmak, gündelik yaşamın getirdiği diyaloglara girmek, pijamalı insanları ekranlarda görmek, kira artışı kavgasına ortak olmak zorunda kalmazsınız. Başını ve sonunu ayrımsayamadığınız bir zaman düzleminde sonradan çoğunu hatırlamayacağınız iletişim deneyimlerinizle size iyi yolculuklar dilerler.

*Dr. Öğretim Görevlisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi