Depremde Evine de Diline de Sahip Çıkmak

Depremde Evine de Diline de Sahip Çıkmak

2 Ara 2023

Halil Nalçaoğlu

İletişimin basit bir bilgilendirme, “haberdar etme” işi olmadığını 6 Şubat günü ve izleyen günlerde açıkça gördük. Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden 11 ay geçti. “Unutmayacağız unutturmayacağız”, değil mi? On bir ay sonra soruyorum: “Asrın felaketinden” ne kaldı aklımızda? Yaşananın “asrın felaketi” olarak etiketlenmesi dışında… Mesela Hatay artık bildiğimiz Hatay değil. Depremin etkilediği diğer 10 ilde, hadi bir klişeye daha baş vuralım, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Galiba büyük yıkım aynı zamanda iletişimin de yıkımı oldu. Afet esnasında ve sonrasında yaşananları kastetmiyorum yalnızca. Resmî kurumlardan bir türlü alınamayan gerçek rakamları, televizyonların felâket pornografisi yayınlarını da.  On bir ay sonra düşünürken akla önce klişelerin gelmesi kafama takılıyor. İletişim nasıl yıkılır? Sözsüz, anlamsız kalındığında iletişim yıkılır. Enkazdan gelen sesler iletişim sayılabilir mi? “Nerede bu devlet” çığlığı iletişim midir? Basit sorular değil bunlar. 

Kahramanmaraş depremlerinden benim aklımda bir DW haber videosu kaldı. Depremden kısa bir süre sonra afetzedelerin yaşam mücadelesi anlatılıyordu videoda. Enkazdan oğlu E…’in cansız bedenini elleri ile çıkartmak zorunda kalan bir baba, yaşadığı “deprem çadırının” üzerine şu sözleri yazmıştı: “Şehit E… K… Köşkü.” Anne şöyle açıklıyor: “E…’imi buradan çektik… Keşke evim gitseydi, keşke bütün varlıklarım gitseydi ama E…’im sağ olsaydı. Annesine düşkündü yani… Onun için babası hatırlansın diye elinden geleni yapıyor. Yani bu yazıyı kocam yazdı”. Oğlunun hatırasını yaşatmak için babasının böyle bir şey yaptığını söylüyordu E…’in annesi. 

Bu iletişime ne ad verelim? Trajik iletişim? Travmatik iletişim? Çaresizlik… Umutsuzluk… Hiçlik iletişimi?

Toplumsal travma literatürü büyük afetlerin ardından yaşanan en önemli sorunun anlam kaybı olduğunu söylüyor. Yani olay o kadar büyük ki, dilin sunduğu olanaklar yetersiz kalıyor. Burada iletişim devreye giriyor. İletişimin işlevlerinden biri büyük anlam boşlukları yaratan olayların ardından geleceğe anlam bırakmaktır. Bu anlamı genellikle muktedirler üretir. Anıt mezarlar, müzeler, anı kitapları, hatıra paraları bunun için vardır. Sloganlar da

E…’in babası böyle bir dil tutulması yaşamış olmalı; geleceğe bir anlam bırakabilmek için akla gelebilecek en kısa ömürlü mecrayı, “geçici barınma çadırını” seçmiş. Elle yazılmış kitabede hem dine hem de devlete başvuruyor, elbette istemeden, farkında olmadan. 

Din ve devlet uğruna hayatını kaybedenlere verilen şehit unvanı, din ve devlet arasındaki elverişli geçişkenliği sağlama alır. Şehitlik mertebesi teskin edicidir, açıklayıcıdır, yücelticidir. Bu vasıflarıyla can kaybına neden olan bağlamlar, kurumlar ve yetkili bireyler sorgulanmaz. Aynı küçük anma yazısında, gözle görünen sefaletle çarpıcı bir çelişki oluşturan “köşk” kavramına da rastlıyoruz. Devletin sıradan işleyişinde her köşe başında görmeye alışılan sembolik saraylar, köşkler, anıtlar burada her tür gerçeklikten arınıp saf sembolik anlam olarak kendisini bir deprem çadırına yazdırmış. Şehidin ismini bir nesneye vererek hatırası yaşatılmış oluyor. “Keşke E…’im sağ olsaydı” diyen, yaşadığı büyük travmayı anlatmaya çalışan anne, tüm bunları elinin tersi ile bir kenara itmeye hazır değil mi? Keşke ismini değil kendisini yaşatabilseydik.

İçinde yaşadığımız dünyanın iki boyutu var. Biri fizikî boyut. Evler, caddeler, kentler, tarlalar bu kategoriye giriyor. Diğeri ise dil boyutu. Filozofun dediği gibi, dil bizim evimiz. Dil (ve tabii iletişim) yaşama içinden baktığımız bir yapı. Bu yapının kodlarına sahip çıkmak çok önemli. Bu örneğin anlattığı gibi, devlet yurttaşın hayatı anlamlandırdığı dili hack’leyebiliyor. Vatandaş devletmiş gibi bakabiliyor hayata. Kendi acısını hafifletmek için iyi bir yol olabilir. Ama uzaktan bakıldığında kendi evinde misafir olmayı hatırlatıyor. Evimize, dilimize sahip çıkalım.