Galata Köprüsünde Dört Köpek

Galata Köprüsünde Dört Köpek

26 Haz 2024

Halil Nalçaoğlu

Türkiye’de bir sokak köpekleri sorunu var. Bu sorun doğrudan bir soru olarak formülleştirildi: Öldürelim mi, öldürmeyelim mi? Sokak hayvanları sorunu hiç kuşkusuz çok karmaşık bir sorun. Çok katmanlı, çok paydaşlı, tarihsel, sosyal, psikolojik, ekonomik boyutları olan bir sorun. Şimdi hayvanlardan bağımsız olarak soralım. Böyle bir sorunun çözümünün de karmaşık olması beklenmez mi? Detaylı hesaplama, planlama, organizasyon, bütçe gerektirmez mi? Elbette gerektirir. Peki Türkiye bu soruna nasıl yaklaşıyor? Olabilecek en basit şekilde. Öldürelim diyenler ve öldürmeyelim diyenler. Gene ikiye bölündük. Düşünmeye en baştan, hayvan sorusundan başlayalım.

Tekil kullanımı ile “hayvan,” dildeki en aşırı ötekileştirme ifadelerinden biri. Hayvan dediğimiz zaman sümüklü böceği, atı, maymunu, balinayı, serçeyi ve milyonlarca farklı türü kastediyoruz. Bu türleri tek bir başlık altında, “hayvan” göstereni ile aynı kategori altında topladığımız zaman özel bir amaca hizmet etmiş oluyoruz: İnsanı tanımlamak. İnsan, hayvan-olmayan negatif tanımı ile berraklaşıyor, diğer tüm türlerin tepesine yerleşiyor. Biyolojiden ilahiyata kadar son derece kapsamlı ve çeşitli bilgi alanlarında bu amaç uğruna çelişkiler içinde debelenip duruyoruz. 

Hayvan kavramını böyle okumanın derin anlamı bize insan dışında kalan tüm evren hakkında da bir metafizik sunuyor. Bu metafizik, zihin haritamızda insan dışında kalan tüm evreni insanının hizmetine sunulmuş bir fayda nesnesi olarak sabitliyor. Kurtulması çok zor bir kavrayış bu. Bir yerlerde bir şeylerin yanlış olduğunu seziyoruz, ama diyoruz ki: “İnsan da sonuçta bir hayvan ama gene de hükmettiğimiz dünyanın düzeni böyle, yapacak bir şey yok.” Yok mu gerçekten?

Doğrusu bu konuda felsefî önermeler geliştirmek, ilkeler saptamak o kadar da zor değil. Asıl mesele oluşturulan felsefî temel ve buna bağlı geliştirilen ilkelere göre bir politika ortaya koymak. Sorunun (mesele anlamında!) karmaşıklığı ve sorunun (sual anlamında!) indirgemeciliği büyük bir açmaz oluşturuyor. Önce bunu aşmamız lazım. Doğrusu kendimi Türkiye’nin her köşesinde deneyimlenen hayvan sorunu hakkında ahkâm kesmeye yetkili hissetmiyorum. Yaşadığım kısıtlı çevrede, İstanbul sokaklarında ancak belli bir boyutunu görebildiğim hayvan sorununa dair görüşlerimi dile getirebilirim. Basite indirgenmiş soruya basit bir yanıt vereyim: Öldürmeyelim!

Öldürmeyelim çünkü örneğin İstanbul sokaklarından sokak hayvanlarını yok ettiğinizde (ki bu uygulanamaz bir işlemdir, unutmayalım), sadece hayvanların varlığını ortadan kaldırmış olmazsınız. Hayvanlar, yaşadığımız yerleri bize ait, bizim için olan ve bize hitap eden yerler yapan unsurlardan biridir. Yaşanılan yerler, yani şehir mekanı, nötr yerler veya basit topografyalar değil, sakinlere kimlik kazandıran alanlardır. Bu alanlar, kişisel ve kolektif tarihlerin karmaşık bir dokusunu oluşturarak anlam ve hafıza katmanlarını şekillendirir. Canlı ve cansız varlıklar arasındaki karmaşık ve dinamik bir etkileşimler bütünüdür, ve her varlık, sokak hayvanlarından taş döşeli yollara kadar, mekanın özüne katkıda bulunur.

Özellikle hayvanların varlığı, çevremize bağlılık ve süreklilik duygusu kazandırarak benlik hissimizi pekiştirir. Onlar, günlük hayatımızın tanıkları, rutinlerimizin katılımcıları ve yalnız anlarımızın sessiz tanıklarıdır. Bu unsurlardan birinin çekilmesi, diğerleri için de sonuçlar doğuracaktır. Hayvanların yokluğu, bu karmaşık dengeyi bozarak kentsel dokunun canlılığını ve zenginliğini azaltır. Şehrin eşsiz karakterini aşındırarak, kendiliğinden etkileşimlerin şehir hayatını canlandıran ve insanileştiren unsurlardan yoksun, steril ve homojen bir çevreye yol açar.

Bu bağlamda, kimlik sabit bir özellik değil, çevremiz ve onun sakinleriyle olan etkileşimlerimizle sürekli şekillenen dinamik bir süreçtir. Şehir mekanı, kimliklerimizi yansıtan bir ayna, kolektif ve bireysel hikayelerimizin yazıldığı bir anlatı haline gelir. Dolayısıyla, sokak hayvanlarının yok edilmesi, sadece fiziksel bir kaldırılma değil, bağlantı, aidiyet ve kim olduğumuzu ve nerede evimizde hissettiğimizi tanımlayan kentsel deneyimin özünün derin bir kaybını temsil eder.

Bugüne kadar kentlerimize hor davrandık. Binaları, yolları, yeşil alanları, tarihi ve kültürel dokuyu, topografik özelliklerini, kent silüetini defalarca değiştirdik. Şimdi 19. Yüzyıl fotoğraflarına bakıp “ah ne kadar güzelmiş” demiyor muyuz? Galata Köprüsü’nün 1890 imgesine yakından bakın. Neleri kaybettiğimizi düşünün. Neleri kaybetmek için çaba sarfettiğimizi düşünün. Ben kıvrılıp uykuya dalmış dört köpek saptadım. Bakalım siz de bulabilecek misiniz?


1890 Photochrom Baskı, Library of Congress Çevrimiçi Arşivi https://www.loc.gov/resource/ppmsc.06061/