1 Oca 2025
Can Zeren*
Balık Pazarı’ndaki tezgâhlarda kıpkırmızı solungaçlarıyla karanfil açtırılmış palamutların gözleri taptaze parıldıyor. Taze ölümlerin kol gezdiği şu çekirdeği kanayan yerküre gibi. Maşrapadan fırlatılan âb-ı hayat cilâlıyor pul pul bedenleri. Kanalizasyonda şehrin suyu çağlıyor. Gürül gürül yükseliyor atıkların sesi kaldırım kıyısındaki mazgaldan. Bir ot başını kaldırmış demir parmaklıklardan. Çağla yaşamların hep yeniden serpildiği şu tomurcuk küre gibi. Ne ıslak adımlar atıldı üzerinden. Bir yıl daha geçti, pıhtılı şelâlelerle. Ne izmaritler düştü yanından uçurumlara. Bir yılda iyice büyüdü Balık Pazarı’nda şu mazgal otu.
***
Instagram hikayesinde boy gösteriyor vitrindeki orkide, yanında şişkin dudaklar ve Churchill’in zafer işaretiyle. Hayatlar film şeridinden akıyor gözler önünde, al işte. Hep ölüme yakınken akar anlar derlerdi. Şimdi her gün akıyor. Anlar, hep cilâlı, hep fiyakalı. İki arada bir derede toplumsal duyarlılıklar dilleniyor. Parmak uçlarının dokunmayı unuttuğu yaşama dokunurken şu mazgal otu, kaldırıyor başını gün ışığına doğru. Mazgal otunun yanından anlar akar, yalnız akanlar anlar.
***
İlkokul sınıflarının duvarlarında çağları gösteren levhalar vardı: Karanlık, ilk, orta, yeni ve yakın… Yakın çağdaydık o zamanlar… Nereye yakındık? Nereye uzak? Hangi karanlığa? Hangi aydınlığa? Yaz bakalım robot ne söyleyecek bugün sana? Kara anlık, kara günlük, kara aylık, kara yıllık… Okulların tanrıları kronometreydi, cetveldi, takvimdi… Hep dümdüz bir çizgi gibi öğretirlerdi hayatı... Öğretirlerdi yalnızca nabızsız bileklerimizde Casio saatlerimizle merdiven hayatı çıkmayı... Neredeydi eğriler? Neredeydi kıvrımlar, yılankavi çizgiler? Uslu ve kırpılmış çim sahalar yapmak istedilerdi bizden. “Ayrık otu olmayın” dediler. Hep çamur atıp kötülediler ayrık otlarını. Oysa ayrık otu olmak direnmekti cetvellere. Ormanı yutan taş ocağından, mermerin içinden bitmekti. Kaldırım derzlerinde orman olmaktı kendince. Mazgaldan bitmekti. Ne güzel sözcüktür “bitmek”! Bitilir böyle güzel fiile… Hem sona ermeler hem filizlenmeler… Hem sonlar hem başlangıçlar… Hem kurular hem yaşlar… Hem dökülenler hem serpilenler… Biz çimenlere değil, ayrık otlarına bittik. Bittik yine bugün, mazgal otuyla.
***
Yine bir yıl bitti. Nedir yıl? Yılmak mı? Yılmazlık mı? Yıllıklar unutulmuş, tozlu. Yaz bakalım yine ne oldu ne bitti… Kafamızda bit vardı. Şimdi beynimizde bit var. 01010101. “Beyin çürümesi” (brain rot) 2024 yılının sözcüğüymüş: İşte böyle buyurdu Oxford[1]… Türk Dil Kurumu geri kalmadı, 2024 yılının kelimesi/kavramı “kalabalık yalnızlık” oldu, “yaklaşık 1 milyon katılımlı halk oylamasında”.[2] Sahiden var-mış demokrasi! “Merhamet”, “yabancılaşma”, “algoritma”, “yozlaşma”, “yapay zekâ” ve “dijital yorgunluk” arasından sıyrılmıştı “kalabalık yalnızlık”, arkasında yalnız milyonlar ve milyonların yalnızlığıyla. Herkes oradaydı ve bir o kadar yalıtıktı. Yalnızlık yalınlıktan gelir aslında. Yalınız… Yalın yani çıplak. Yalın yani sâde, süssüz. Kalabalık yalnızlıkta ne yalındık ne çıplak. Sahtelikler giyindik. İzolasyon bantlarıyla derilerimizi kapladık, kalabalık geçinmek için... Kalabalık ise “galebelik”ten gelir. “Galebe” yani üstün olma, sayısal üstünlük, galip gelme… Çimler kalabalıktı, ayrık otları yalnız. Sadece kalabalık oldukları için çimler galebe çalacak değildi yalnız olan ayrık otlarına. Ayrık otları yalındı. Ayrık otları çıplaktı. Çırılçıplak kaldırır başını, aldırmaz kalabalığın sarmalına, mazgaldan, taş ocağından, kaldırımdan baş kaldırır ayrık otları.
***
Almanak değil, Anlamak 2024
Diz yan yana olanı biteni, kıyımları, ölümleri. Çürüyen bedenleri ve çürüyen ruhları. Susan köyleri ve susan dünyayı. Cesetlerin üstüne konan kayaları. Molozdan oyuncakları. Füzeleri, kubbeleri ve kubbesizliği. Satanları ve satılanları. Unutanları ve unutulanları. Çıkarları ve çıkmazları. Her almanak biraz da yazmadıklarınız, yazamadıklarınızdır. Her almanak biraz da sansürdür. Bu bir Almanak değildir. Almanak, bir çetele. Atarsın dala bir çentik daha. Her sene bir almanak, anlamaksız… Anlamaksız almanak. Değişti bir kez daha dördüncü basamak. İşçinin ocağını sömürür patron ağacı, masum incir büyür şubatın ortasında cemreler ve bombalar düşerken, martın kapısından bakarken savaşlara yeni bir gün gelir, nisan yağmurları nasırları sular yeni mahsullere, mayısın birinde kanlı yılların yumrukları ve büyük kadının karanfil taçlarıyla yürür haziran boynu dik duruşuyla en uzun günlerde, temmuz sıcağında tarlada ve fabrika meydanında kulakların kıkırdak sırtları yanarken kırda, tuzlu açıklarda ve göç yolunda ağustos kavururken, hasat günlerinde eylül postalları saksı olmuştur mahpus dikenine ve ekim perisi cazibeli orağını uzatırken kış ile yazı taksim eden kasımın patına, yine aralıktan sızarız yine en uzun geceyle zemheriye, soba zehirlenmelerine, 1 Ocak doğumlarına, nöbetlerine, ölümlerine. Yeniden sayıp dökeriz ölümü ve yaşamı. Mazgal otu büyür takvimsiz. İnsan kıymet biçer kıymak için günlere. Bu kimin almanağı, bu kimin anlaması?
***
Tarih Değiştirme Çizgisi
Greenwich ve Paris kapışmıştı en birinci benim diye. 180 çizgi darbesi, saat dilimleri, peynirsiz ve ekmeksiz. “Herkes saatini bana göre ayarlasın” dedi imparatorluk. Kaptanlar soyadlarını koyardı adalara, çizgilerle kesilmiş kelek kavunun üzerinde gezinirken... Kaptan Gilbert, mahkumları taşırdı denizaşırı. “Bu adalar Gilbert olsun.” İşte bu “Gilbert” olmuş “Kiribati”, 1979 bağımsızlığında... Kiribati Cumhuriyeti… Kiribati, Gilbert sözcüğünün yerel dilin telaffuzuna uyarlanması... Kiribatice’de “ti” heceleri “s” diye okunur: Kiribati yani “Kiribas”.[3] Şimdi yazacağım bir diğer adanın adını okurken “ti” hecelerini “s” diye okuyun lütfen: “Kiritimati”. Ve bir daha. Kiritimati. Yabancı gelmemiştir. Kiritimati yani “Kirismas” yani Christmas Adası. Noel Adası. Milad Adası. Zigzaglı tarih değiştirme çizgisinin hemen kıyısında Yeni Yıla ilk giren adalardan biri Kiritimati. Zamanında oraların haberi bile yoktu Kitab-ı Mukaddes’ten ve Gilbert’ten... Sonra mantar bulutları kaplamıştı ufkunu, atom bombaları test etmişlerdi sözüm ona “ortalık boş” diye... Kiribati atollerinde İkinci Dünya Savaşı sırasında kanlı çarpışmalar yaşanmıştı başkent Tarawa’da.[4] “Pasifik” sözüm ona barışçıl ve sâkin suların okyanusuydu, Macellan böyle dediydi. Kıyılarda yarı batık tanklar, mitralyözler, kumlu cesetler 1943’te... “Ölünce beni kim yıkayacak?” diye sormuşlardı geçenlerde reklam panolarından. Pek tabiidir merakları. Gerek yok kaygıya. Okyanus gassal olmuş. Akdeniz’in göçmenleri yıkaması gibi. Her yıl almanak sayfalarında rakamlar dökülür şişme botlardan. Tarih Değiştirme Çizgisi var. Tarih Anlama Çizgisi yok. Tarihi anlamadan sayaç okuyan bir kelek dünya var. Oysa ne güzel kokar Çeşme Ovacık kavunu. Ne güzel kokar şu küre şu masanın üstünde. Haydi böl ortadan ikiye!
Dünya Anlama Çizgisi, Dünya Değiştirme Çizgisi
Kar, kar, kar, kar… Kar topu, çığ! Kâr, kâr, kâr, kâr… Kâr topu, çığ! Kanlı kar adımları atarken evden okula, okuldan fabrikaya, plazaya ve ev-ofislere, kanlı kâr heyulası merdiven hayatların çimentosudur, efendisidir ve kölesidir. “Kar, kar! koş gel buraya! Gel, beyaz hav hav, mama vakti, gel! Gel, pisi pisi, gel!” Pisi pisi teyzesi geldi marketten kedi mamasıyla. Öğütülmüş tavuklu, sığırlı, kuzulu, ton balıklı kuru mamalar. İçeriğinde öğütülmüş olarak %4 oranında tavuk, sığır, kuzu, ton balığı ve yan ürünler bulunur. Sömürülen merhamet. Öğütülen merhamet. Baş başa vermiş kediler ve kargalar ve martılar ve karıncalar… Kedi maması yiyen kargalar, martılar, karıncalar ve kediler tünemiş karşı kaldırımda… İnsanın merhameti bile ekosistem değiştirir. Ne tuhaf şey! Şiddetine zaten ne denebilir, ne denebilir o şaheserlerine… Adalara terk ettiler köpekleri zamanında, katlettiler binlercesini. Birbirlerini toplayıp yok ettikleri gibi. Biri gelir toplar karşı kaldırımda yatan can dostları... Birileri kan kokusuna duyarsızlaşmış imhacılar, birileri “mama lobisi” diyenler... Birileri sokaklara öğütülmüş tavukları, kuzuları dökenler… Diğerleri kanlı kârlarını sayan şirketler… Baktım ki hepsi kendi kanaat balonlarının hafifliğiyle savruluyor birbirlerine çarpa çarpa. Günah keçisi ilan edildi köpekler, kediler, ve öğütülmüş keçiler ve tavuklar… Sonra sönümlendi birden tartışmalar. Ne de işlevsel bir araçtı. İktidarın kutuplaştırma amacına pek uygundu böyle meseleler. Karga yoldan geçen birinin kafasına pike yaptı. Sonra gidip kuru mama yedi, yine öğütülmüş bir kanatlıyı yedi karga... Benim üstümde ne leziz mamalar var halbuki, ayıklanmış hamsiler tezgâhta. Arada çalar kedicikler. Alsınlar. Afiyet olsun.
***
İnsanlar da ağızlarında yorumlarla geçer sokaktan. Ağızlarında çırpınır bir balık gibi yorumlar… Sımsıkı sıkarlar dişlerini. Bir çizgi tutturup yürürler. Sapmaktan korkup her daim doğrulturlar sözlerini… İnsanlar kesip dururlar birbirilerini ve kendilerini… Kendi uzuvlarını, başkalarının uzuvlarını ve harflerini… İtaatkâr efendi-köleler. Kestiler itaat ve kâr için kelek dünyayı ve uzuvlarını. Kestiler dilleri. Dil kesikli sözcükler. Sansür. Ne diyordu gazeteci Karl 1842’de:
“Kuşları kafese kapatmayı yanlış görüyorsunuz. Ne var ki kafes, avcı kuşlara karşı koruyucu bir önlem değil midir? Bülbülleri körleştirmeyi barbarca görüyorsunuz; ancak sansürün basının gözlerini keskin kalemiyle çıkarmasını hiç de barbarca görmüyorsunuz. Özgür birinin saçlarını onun isteğine karşı kesmeyi despotik kabul ediyorsunuz; ancak sansür her gün düşünen insanların uzuvlarını kesiyor ve kalpsiz bedenlere, tepki göstermeyen itaatkâr bedenlere izin veriyor, sağlıklı geçinmeleri için!”(Marx, 1842/2012, s.81)[5]
Benim bittiğim yerde karafatmalar, sıçanlar gezinir. Şehrin atıkları çağlar durur yanımdan. Üzerime izmaritler atılır. Keserler, tutup koparırlar. Ben yine biterim, mazgallardan, kaldırım yalıyarlarından... Kaldırım duvarımda Karl’ın şu sözleri asılıdır: “Çiçekler bataklıklarda da büyürler.”[6]
Yorum yapmak istemem anlamadan ve hissetmeden… Anlamaya çalışırım önce. Hissetmeye çalışırım, değiştirmeden önce… Önce hissederim dünyayı, dünyamı ve dünyaları… Önce anlarım, anlayabilirsem eğer, sonra değişirim, değiştiririm, olduğu kadar… Dünya anlama çizgisinde kıvrılırım. Serpilirim zamanla, dünya değiştirme çizgisiyle birlikte… Dolanır anlamak ile değişmek birbirine… Ben bir mazgal otuyum. Bu da benim almanağım değil, anlamağım. İşte buyurun! Yarım kalmış anlamaklarım, yarım kalmış değişmeklerim damlar yapraklarımdan…
Kaynakça
[1]“‘Brain rot’ named Oxford Word of the Year 2024.” Oxford University Press. 2 December 2024. https://corp.oup.com/news/brain-rot-named-oxford-word-of-the-year-2024/
[2]“2024 Yılının Kelimesi/Kavramı: ‘Kalabalık Yalnızlık’”. Türk Dil Kurumu. 23 Aralık 2024.
https://tdk.gov.tr/icerik/basindan/2024-yilinin-kelimesi-kavrami-kalabalik-yalnizlik/
[3]“A primer on reading and speaking the Kiribati language.” Ministry for Pacific Peoples - New Zealand Government. https://www.mpp.govt.nz/assets/2024-pacific-language-weeks/Kiribati-language-week/KIRIBATI_Language_Card.pdf
Kiribati. https://tr.wikipedia.org/wiki/Kiribati?wprov=sfla1
[4]“Battle of Tarawa Atoll: Betio Island.” National Museum of the U.S. Navy.
[5] Marx, K. (2012). Basın Özgürlüğü Üzerine. (Çev. Önder Kulak & Kurtul Gülenç). Dipnot Yayınları. (Orijinal eserin yayın yılı 1842).
Almanca orijinali:
Rheinische Zeitung, Nr. 132 vom 12. Mai 1842, http://www.mlwerke.de/me/me01/me01_050.htm
“Ihr haltet es für Unrecht, Vögel einzufangen. Ist der Käfig nicht eine Präventivmaßregel gegen Raubvögel, Kugeln und Stürme? Ihr haltet es für barbarisch, Nachtigallen zu blenden, und euch dünkt keine Barbarei, mit spitzen Zensurfedern der Presse die Augen auszustechen? Ihr haltet es für despotisch, einem freien Menschen wider Willen die Haare zu schneiden, und die Zensur schneidet den geistigen Individuen täglich ins Fleisch, und nur herzlose Körper, Körper ohne Reaktion, devote Körper, läßt sie als gesunde passieren!”
İngilizcesi:
“As a privilege of particular individuals or a privilege of the human mind?”
Rheinische Zeitung, No. 132, Supplement, May 12 1842
https://marxists.architexturez.net/archive/marx/works/1842/free-press/ch04.htm
“You think it wrong to put birds in cages. Is not the cage a preventive measure against birds of prey, bullets and storms? You think it barbaric to blind nightingales, but it does not seem to you meaningless at all barbaric to put out the eyes of the press with the sharp pens of the censorship. You regard it as despotic to cut a free person's hair against his will, but the censorship daily cuts into the flesh of thinking people and allows only bodies without hearts, submissive bodies which show no reaction, to pass as healthy!”
[6] Marx, K. (2012). Basın Özgürlüğü Üzerine. (Çev. Önder Kulak & Kurtul Gülenç). Dipnot Yayınları. (Orijinal eserin yayın yılı 1842). s.72.
“auch im Sumpfe wachsen Blumen”, http://www.mlwerke.de/me/me01/me01_050.htm
*Dr., Öğretim Görevlisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi