4 Eki 2024
Halil Nalçaoğlu
Eylül ayının en önemli iletişim olayı Hizbullah üyelerine gönderilen bir mesajla çağrı cihazlarının patlatılması oldu. En az 37 kişinin canına mal olan saldırıda 3000 civarında insan yaralandı. Yaygın medya diliyle söyleyelim: Saldırının arkasında İsrail gizli servisi MOSSAD’ın olduğu düşünülüyor. Öyle ya, başka kim olabilirdi?
“Şeytanın aklına gelmez” derler ya, tam öyle bir saldırı. Üstelik Lübnan Hizbullah’ının olası saldırı ve lokasyon belirlemelerden kurtulmak için ağa bağlı cihazlar yerine radyo dalgaları ile çalışan görece eski moda bir teknoloji seçtiği düşünülürse. Çağrı cihazları internet ağına bağlı akıllı cihazlardan önceki mobil iletişim teknolojisi. Yanınızda taşıdığınız cihaza mesaj düşünce “bip” sesi geliyor, cihazı elinize alıp mesaja bakıyorsunuz. Bu nedenle bu aletlere “beeper” adı verilmişti. Bu kez kelimenin düz anlamı ile cihaz insanların ellerinde patladı.
İletişim hocalarının sevdiği metafordur: “Çağımızda iletişimden kaçamazsınız” deriz. “Bir mesaj bombardımanı altında yaşamlarımızı sürdürüyoruz.” Mesaj bombardımanı metaforunu metafor olmaktan çıkartan bu saldırıya iletişim perspektifinden bakabiliriz. Çağdaş iletişim kuramları iletişimi mesaj aktarım süreci olmanın çok ötesinde bir süreç olarak tanımlar. Ben kısaca toplumun kurucu etkinliği olarak tanımlıyorum. Bundan kastım, toplum olarak bildiğimiz soyut varlığın aslında bir ilişkiler ağı olarak görülebileceği gerçeği. Tek başınıza toplum olamazsınız. Bağlantıda olduğunuz başkaları toplum diye bir şeyden söz etmemiz için şart. İşte bu bağlantı özünde iletişimden başka bir şey değildir. Sözlü, yazılı, uzaktan, beden dili ile, görsellerle, elektromanyetik dalgalar, fiber optik kablolar ya da basitçe ilan panoları aracılığı ile bu bağlantı gerçekleşiyor.
Yukarıda andığım kanallardan akan mesajlar anlamın üretildiği zihinsel süreçlerin dışında değil. Bir olguya ne anlam vereceğimiz onun hakkındaki enformasyonu hangi kanalla aldığımızla yakından ilintili. Tersinden düşünürsek: Hangi mesajları üreteceğimiz, elimizin altında hangi araçların bulunduğu ile yakından ilgili de diyebiliriz. Her ne şekilde olursa olsun, mobil cihazların egemen olduğu günümüzde iletişimden kaçmak mümkün değil; gerekli de değil. Hal böyle olunca yatak odalarımıza kadar giren iletişim teknolojileri mesaj aktarımının fevkalade fevkinde bir dünya yaratıyor. Bu dünyaya ağ dünyası ya da bağlantılılık dünyası diyebiliriz. Bu dünyayı anlamaya çalışırken çabamızı bu nedenle anlamla (içerikle) sınırlamamız imkansızdır.
İçeriğin yanı sıra iletişim artık toplumsal bir varlık olan insanın manevî inşasında başat rol oynuyor. Buna kimliklerimiz, takip ettiğimiz normatif standartlar, etik evrenimiz, inançlarımız dahil. İşte bu nedenle toplumun kurucu etkinliği iletişimdir diyorum. İnsan ve diğer canlı varlıkların dünyasından iletişimi çekip çıkartın, geriye bir şey kalmayacaktır.
İsrail gizli servisi iletişim araçlarını silaha dönüştürürken düşmanını en hayatî, en varoluşsal yerinden yakaladı. İletişimden. Aslında iletişimin askeri/politik alanın can alıcı noktası olduğu gerçeğini çoktan kavramıştık. ABD seçimlerinden hatırladığımız Cambridge Analytica skandalı gene insana varoluşsal yerinden indirilmiş bir darbe değil mi? Gündelik kullanımda olan cihazların bir silaha dönüştürülmesinin paradigmatik örneği de New York İkiz Kulelere gerçekleştirilen 9/11 saldırıları olsa gerek. Silah, gündelik nesneler ve iletişimin yakınsaması Hizbullah’ın pratik anlamda işlevsiz bir örgüte dönüşmesine neden oldu. Öyle ki, söylendiğine göre Hizbullah unsurları artık iletişimlerini herhangi bir araç kullanmadan, yüz yüze gerçekleştirmek zorunda kalıyorlarmış. İsrail Lübnan operasyonunda hareket eden her araca bomba yağdırdığı için mesajlar motosikletlerle bir yerden diğerine ulaştırılıyormuş. Bu saldırıların önemli bir sonucu doğrudan etkilenen “düşman” dışında kalan insanların da tedirgin olmaları.
Malum saldırı yapıldıktan sonra sıkça şu soru ile karşılaştık: Elimizden düşmeyen mobil cihazlar acaba silah olarak kullanılabilir mi? Bu belki zor ama imkânsız değil! Zira çağrı cihazlarına patlayıcılar üretim ya da nakil sırasında yerleştirildi ise aynı süreçten geçen tüm cihazlar benzer bir müdahaleye açık demektir. Derdim kimseyi korkutmak ya da bir komplo senaryosu yazmak değil. Ancak sivil alana ait iletişim cihazlarının ne kadar kırılgan bir doğası olduğunu unutmamak gerek. Doğrusunu söylemek gerekirse gerçekleşmiş bir komplodan daha tehlikelisi böyle bir potansiyelin varlığı ve bunun yaratacağı büyük güven krizi olsa gerek.
Sağlıklı bir toplumsal yaşam kuşkusuz belli bir seviyede güven duygusu üzerinde durur. Kaldırımda yürürken bir kamyonun size çarpmayacağına, bir bardak su içerken zehirlenmeyeceğinize, özetle etrafınızdaki insanların sizin gibi “normal” bir yurttaş olduğunu güvenirsiniz. Konu ettiğim saldırılar işte bu güven duygusunu yerle bir ediyor. Asıl problem de bu. Bir kez akıl edildikten sonra aynı tip şeytanî yöntemin başkaları tarafından da kullanılmayacağının garantisi olmadığına göre, hoşgeldin paranoyak toplum.
Mobil cihazların ve genelde her türlü dijital iletişimin mahremiyet ihlali, siber zorbalık, dolandırıcılık gibi kötü amaçlar için kullanıldığını biliyorduk. Bu kötülüklerden sakınmak, paranoya seviyemizi düşürmek için sıkça şifre değiştirmek gibi türlü yöntemler kullandığımız da bir gerçek. Ancak ilk kez dijital araçların bu kapsamda bir doğrudan tedhiş ve terör amacı için kullanıldığını gördük. Bunun çözümü sıradan dijital tehditlere göre daha zor ve biraz paradoksal.
Çözüm yukarıda “sağlıklı toplumsal yaşam” dediğim yapının kurulması ile ilgili. Malum, yeni nesil popülist yöneticiler iktidarlarını sağlamlaştırmak için güvenlikçi söyleme sıkça başvuruyorlar. Toplumu güvenlik tedbirleri ile korunmaya muhtaç olduğuna ikna etmek için çabalayan bu tip liderlik bize durmadan kalıcı bir tehdit çemberinde yaşadığımızı hatırlatıyor. Hal böyle olunca sivil ve demokratik yordamların yaygınlaşması, toplumda başkalarına ve kurumlara güven duygusunun yükseltilmesi başlı başına bir problem haline geliyor. Tamam, biz de daha demokratik bir toplum için çabalayalım. Örneğin daha demokrat, sağduyu ve akılla siyaset yaptığına inandığımız kişileri, partileri destekleyelim. Ancak bu çabalar tam da güvenlikçi popülist siyasetin tarif ettiği “yumuşak karın” için zemin değil mi? Kabaca söyleyeyim: Ben karşımdakine güveniyorum ama acaba o da bana aynı ölçüde güveniyor mu? Bu tam bir demokrasi paradoksu aslında. Bu paradoksu aşmanın tek yolu iletişim. Evet, bizim gibi olmayan, tehdit olarak algılamamız istenen ve bizi tehdit olarak algılaması muhtemel insanlarla iletişim. Dikkat edilecek olursa tam da böyle bir iletişimin kendisinin mevcut güvenlikçi düzenin oyun bozanı olduğu görülecektir. Medya ve ifade özgürlüğünün sınırlanması ya da büsbütün ortadan kaldırılmasının başka ne gibi bir gerekçesi olabilir?
Gerçek bir iletişim size benzemeyenlerle kurulacak etkileşimden doğar. Farklı olanlarla iletişim kurmak isteriz, istemeliyiz. Bu elbette kolay bir şey değil. Ama dünyayı sarsan “mesaj bombardımanından” uzaklaşmanın başka bir yolu gelmiyor aklıma. Sizin geliyor mu?