Metro-logos

Metro-logos

18 May 2024

Halil Nalçaoğlu

Bir yıldır işe giderken metro kullanıyorum. “İnsan” metroda ne yapar? 

Menzile ulaşana kadar durur. Ayaktaysa sallanan plastik halkalara tutunur, oturuyorsa “şanslıyım” diye düşünür. Birkaç kırık dökük konuşmaya kulak misafiri olur. Ve bakar, bakar, bakar. Kentten çalınmış o kısa zaman tefekkür vesilesi de olur, düşünmesizlik boşluğu da. Metro yolculuğu istasyona girişten çıkana kadar arada neler olup bittiğini pek nadir düşündüğümüz hayret uyandıran bir zaman parantezidir. Bu yazıda buna bakacağım biraz. Yazının adını “metro-logos” koydum çünkü bir metro bilimi olabileceği gibi (eminim vardır da) metronun söyleyecek sözü de olabilir. 

Metro zamanı her şeyden önce yaşanmayan bir zamandır. Bu bakımdan parantez iyi bir metafor olabilir bu zamanı tarif etmek için. Evsiz değilseniz metro asla hedef değildir. Metro hedefe giden araçtır, aracıdır, yoldur. Bu yol sizi yolcu yapar. Yolcu geçici bir kimliktir, öyle üzerinize yapışıp kalmaz. Yolcu kimliği platforma adım atınca başlar, kim olduğunuza bakmadan sizi diğer yolcularla eşitleyiverir. Dünyanın en zengin, en güçlü, en ayrıcalıklı insanı da olsanız “Halkalı 7 Dakika” tebliğini herkes gibi, herkesle beraber alırsınız. Bu bekleme emrine uymamak gibi bir lüksünüz olamaz. Metrodaki ışıklı tabela egemeni olmayan ilahi bir yasadır. 

Bazı istasyonlara yeraltı tünellerinden ulaşılır. Paranteze alınmış zaman gibi bu kez mekan da parantezin içine girer. Varlığın temel işaretleyicileri zaman ve mekan yiter, yepyeni bir varoluş kipi kaplar ruhunuzu. Alışık olmayanlar bunu daha güçlü hissedecektir; benim gibi alışık olanların hissetmesi için özel bir çaba gerekir. Çünkü bu ancak tefekkürle keşfedilecek bir kiptir. Basittir ama kendini hemen ele vermez. Çünkü örtüktür. Bir anlamda siz siz olmaktan çıkarsınız. O kadar ki, kalabalık bir yeraltı istasyonuna giderken insan olduğunuzdan bile şüphe edebilirsiniz. 

Yerin altındaki platforma ulaşmanız için yürüyen merdivenler sizi taşır. Kalabalıkla bir karınca sürüsü gibi dehlizlerden ilerlersiniz. Durmak yasaktır, ters yönden yürümek nezaketsizdir, giremeyeceğiniz kapılar, aşamayacağınız plastik kukalar ve bantlar vardır. Turnikeler sadece bir yöne döner, ters yöne izin vermez. Karşınıza çıkan anlamsız dönemeçlerden dönüp geldiğiniz yöne bu kez bir alt kattan yürüdüğünüzü anlarsınız. Burada insanı tanımlayan pek bir şey kalmaz, ışıklı tabelanın yasası burada da devrededir. Özgürlüğünüz kısıtlıdır, yürümekten başka şansınız yoktur. Yürümek, dönmek, inmek ve durup beklemek: “Yenikapı 3 Dakika.”

Bu insanlık kipi vagonun içinde de sürer. Göz göze gelmeme etiği devrededir vagonun içinde. Yabancı ile burun buruna oturur ya da karşılıklı dikilirken onun gözlerine doğrudan bakmanız yasaktır. Yere indirirsiniz gözlerinizi, ya da tavana veyahut vagonun camlarına çevirirsiniz. Camlar öteki insanları görmek (gözetlemek) için iyi bir fırsattır. Tren tüneldeyken karanlık pencereler ayna vazifesi görür. Hacı sakallı amca zikir-matikle sonsuz dualarını pencerede okur. Yansıdaki şımarık genç kızlar bazen fısıltı ile bazen dünya umurlarında değilmiş gibi “ondan” bahseder. Kıkırdamalar kulağının üç parmak üstüne kadar sıfır traşlı ama tepesi uzun saçlı delikanlıların kulağına ulaşır ama tepki yaratmaz. Delikanlı yalnızsa asabi görünmek zorunda hisseder kendisini. Grup halinde iseler gülüşüp itişmeler olabilir. Yaşlı ve elleri her zaman paketli kadınlar oflayıp puflayarak siyatik ağrılarını yüzlerine yansıtmanın bir yolunu mutlaka bulurlar. Elinde olta ve katlanır tabure tutan adam bir an önce rıhtımdaki özgürlüğüne kavuşmanın arzusu ile yanıp tutuşur. Çok azının elinde kitap görürsünüz. Ama çoğunluk bir telefon tutar elinde. Telefonda Candy Crush-vari oyunlar zaman parantezinin bir an önce kapanmasına yardımcı olur.  Kulakların içine tıkıştırılmış modern kulaklıklar tıkış tıkış bir vagonun içinde birey-miş-gibiliğin alamet-i farikasıdır. Metro vagonu ötekiye bu kadar yakın bir o kadar uzak olduğumuz mekandır.

İnsanların yük gibi toplu olarak taşınmalarına egemen bir etik sistem vardır. Bu sistem yaşlı ve çocuklulara yer verme, yayılarak oturmama, kapıdan girince boşluklara ilerleme, karşı cinsle fiziki temastan kaçınma, kötü kokmama, bağıra çağıra konuşmama, tutunma demirlerine bütün gövdenle yaslanmama gibi dünyevî kurallar setini içerir. Oysa her gün bu kuralların ihlali metroyu tanımlayan unsurlardan biridir. Birini bu konuda uyarmak mahcubiyet yaratabileceği gibi öfkeyi de ateşleyebilir. Öfke çabuk yatışır. Metroda duygular askıya alınmış gibidir. Bu nedenle öfke fazla ileri gitmez. Söylenmeye dönüşür. Mırıldanma ile söner gider. Bu her gün olan bir şeydir. 

Eller ve ayaklar bakışın nesnesidir metroda. Yüzüne bakamadığınız adamın ayakkabılarına bakarsınız. Bir kadın eli sizin de tutunduğunuz demiri kavramıştır, ona bakarsınız. Ayakkabılar, çoraplar, bilezikler, yüzükler gelip geçer önünüzden. Hiçbirinin bir anlamı yoktur. Bunlar ne sıradan nesne ne de fetiştir. Metro zamanı o kadar kısadır ki elin ayaktan, yüzüğün bıyıktan, çantanın telefondan farkı yoktur. Ama bütün bunlar size fiziki olarak o kadar yakın, görüntü olarak o kadar barizdir ki, öylesine durduklarından ötürü bir anlam kazanırlar. Geçiciliğin dayanılmaz cazibesi sıradan bir atkuyruğunu diğer nesnelerin arasında öne çıkartır.  Ya da giyilmekten iyice eskimiş bir çift siyah postal sizi önce Van Gogh’a oradan Heidegger’e götürebilir. Belki o an zihin bulutunuz “işçinin zahmetli adımlarına” ya da “toprağın rutubetli zenginliğine” kadar yayılmaz. Ama siz farkına varmasanız bile Varlığın hakikati oracıkta, ayaklarınızın yanı başında duruyordur. 

Ezcümle metro çelişkili, karmaşık, çok katmanlı bir mekan-olmayan mekan, zamansız zamandır. Ödül-ceza mekanizması ile hayvana dönüştürdüğü kalabalıkların içinde saf yolcu-kimlikli homojen benliklere ergimiş bireyler, geçici varoluşlarını fark etmezler bile. Tek bir amacı vardır bu homojen bireyin. Hayvanlıktan çıkış, tekrar ben-olma.