30 Tem 2024
Halil Nalçaoğlu
Temmuz ortaöğretim kurumları ve üniversitelere giriş için yapılan seçme sınavlarının ayıdır. Bu yıl ben de sınav ayını dolu dolu yaşadım—çocuğum üniversite sınavlarına girdi! Bu kadar normalleştirilmiş, kanıksanmış, sıradanlaştırılmış başka bir büyük travma yoktur belki de. “Travma” diyorum, lafın gelişi. Çünkü başınıza gelecekleri önceden bildiğiniz, olay gerçekleşmeden hazırlık yaptığınız ve sonuçta yıpranacağınızı gayet iyi bildiğiniz büyük ruhsal yaralanmalar teknik olarak travma sayılmıyor olabilir. Hem çocuklar ve gençler hem de aileleri daha ilkokul yıllarında bu iki kitlesel ruh yıkıntısının adım adım yaklaştığını biliyor. Ve sınav günü sonunda geliyor. Bu yıl yaklaşık 1.2 milyon çocuk lise sınavlarına, 3.1 milyon genç üniversite sınavlarına başvurdu. Yani yaklaşık dört milyon genç bu sürecin doğrudan muhatabı. Aileleri ve yakınları düşündüğünüzde 10 milyondan fazla insanın bir şekilde bu travmatik süreci deneyimlediğini söylemek abartı olmayacaktır.
Kierkegaard’a atfedilen bir söz var: “Karar anı deliliktir” diyor filozof. Gerçekten de öyle. Kierkegaard bu sözü irili ufaklı her tür karar için söylemiş. Ama örneğin üniversite sınavları sonucunda öyle bir karar vermeniz gerekiyor ki, sonuçları tüm yaşamınızı etkiliyor. Aileler olarak ne kadar eğitimli olursanız olun, maddi durumunuz ne kadar yeterli olursa olsun, psikolojik olarak kendinizi ne kadar iyi hazırlarsanız hazırlayın bu travmayı deneyimliyorsunuz. Çocukları ve gençleri varın siz düşünün. Sınav sonuçları elinize ulaştığında iş bitmiyor. Üstün başarı gösteren çok küçük bir azınlık hariç on milyon Türkiye insanı bu ruh zımparasının etkilerinden nasibini alıyor. Başka pek çok konuda olduğu gibi Türkiye yurttaşlarını acıda eşitliyor.
Soruyorsunuz kendinize: Benim çocuğumun hangi alana eğilimi var, yetenekleri, zekâsı, yaşam tercihleri nasıl? Oysa bu yaşlarda çocukların “eğilimleri” henüz şekillenmemiş oluyor doğal olarak. Yetenek, zekâ, hele tercih örneğin 14 yaşında bir çocuk için son derece göreceli, oluşum sürecinde kavramlar. Çocuğun kendisine soruyorsunuz, henüz genç ve deneyimsiz olduğu, tanıyacak bir “kendi” yeterince olgunlaşmadığı için doğal olarak o da yanıt veremiyor. Gelsin testler, danışmanlar, üstü kapalı sorgulamalar… Ve o gün gelip çattığında listeye bir dizi programın adını yazıyorsunuz. Artık o yılki tercihler nasıl şekillendiyse sizin de çocuğunuz bir yere “kapağı atıyor”. Ya da atamıyor… Tercih sürecinde sıkça başvurulan birkaç yöntem var. Tercih danışmanları, ortaöğretim kurumlarının rehberlik servisleri, işi bilen ya da bildiği varsayılan eş-dost ve YouTube. Evet YouTube.
YouTube platformunda adayın ya da ailesinin nasıl tercih yapmaları gerektiğini vazeden çok sayıda değişik tip beliriyor tercih ayında. Kestirmeden ve açıkça söyleyeyim: Ben hayatımda bu kadar zırvayı bir arada görmedim! Ünlü ünsüz profesörler, yetkinliği çok şüpheli rehber öğretmenler, geçen yıl üniversiteyi “kazanıp” birkaç yıl üniversitede okumuş yeni yetmeler size akıl veriyor. Her düşünce mutlak doğrular ve kesin yargılar içeriyor. Bu sözde akıl hocaları aklınıza gelebilecek her mekandan sesleniyor size. Lüks yazlığının balkonundan, evinin oturma odasına, kahvehaneden çayır-çimen piknik alanlarına kadar her yerde telefonu kapan konuşuyor: Sıralama önemli puan değil, iyi üniversite şudur, tercih şöyle yapılır, şu bölümde asla okunmaz, evde kalmayın yurtta kalın, “kanka bu yıl kesin yığılma var”…
Tabir caizse, Allah ne verdiyse sallıyor bu güruh. Mesela biri şöyle diyor: “Benim tercihim şu olur: Türkiye’deki ilk üç vakıf okuluna full burslu girebiliyorsanız eğer, tercihim onlardan yana olur benim.” Erdem dolu bir nasihat… O ilk üç üniversiteye tam burslu girebilmek için 3 milyon genç içinde ilk 500’de olmak gerekiyor gerçi. Ama ne gam, hocamız işi biliyor. Peki geriye kalanlar için bir önerisi var mı? Yok. Şöyle diyor: “Yeniden girin sınava.” “Sakın öyle uyduruk üniversiteleri falan yazmayın tercih listenize,” diye ekliyor.
Lisans öğrencilik yıllarını saymazsak otuz yedi yıldır içinde bulunduğum üniversite kurumunu kısmen de olsa bildiğimi zannediyorum. Sorun aslında gayet basit. Üniversite okumak isteyen herkese yetecek kadar yer yok yükseköğretim kurumlarında. Talep fazlası sistemi seçim yapmaya zorluyor. Bu seçim üniversite adaylarını en yüksek puanlıdan en düşüğüne sıralamayı gerektiriyor. Bu sıralamada kaptığınız yer ÖSYM’ye sunduğunuz tercih listesi ile kesiştiği noktada hangi okulda okuyacağınız belirleniyor. Rasyonel tercih yapabilmek için YÖK Atlas adında son derece iyi çalışan çevrimiçi bir sistem de var. Bu sistemi verimli kullanabilen zaten tercih listesi oluştururken “doğru” bir sıralama yapabiliyor. Ancak mesele burada bitmiyor. Süreci karmaşıklaştıran başka faktörler var.
Örneğin Türkiye’de her lise mezunu üniversite okumak istiyor. Bu böyle. Kimse bu istekten dolayı suçlanamaz. Öte yandan bunun neden böyle olduğu sorgulanabilir. Bu böyle çünkü hayatta bir meslek sahibi olmak, makul bir gelir sahibi olmak, toplum içinde saygın bir yer edinmek, kısaca başarılı olmak için üniversite mezunu olmak tek kriter olarak tanımlandı. Dahası, arz-talep dengesizliği bu kriteri daha da değerli hale getirdi. Malum, az olan şey değerlidir. Üniversite alanında Türkiye son yirmi yıldır bir arz yaratma çılgınlığına girdi. Bu umutsuz çaba ile ortaya çıkan ürün (üniversite) doğal olarak kalite sorunları yaşamaya başladı. Tek dert “üniversiteye girmek” olunca, sistem adı üniversite olan ama kendi bu adı pek de hak etmeyen bir sürü kurum üretti. Sonuçlarını hepimiz gayet iyi biliyoruz. İşsiz mezunlar, sektörlerin tercih etmeyeceği vasıfla meslek sahibi gençler, “ara eleman” açığı… Ve milyonların içinden geçtiği travmatik deneyim.
Bu yazıyı ben de bir kesin saptama ile bitireyim. Sevgili çocuklar, gençler ve aileler, size sesleniyorum. Bir yönü ile son derece kişisel diğer yönü ile muazzam büyüklükte kitlesel ve sistemik bir sorunu bırakın çözmek tüm boyutları ile anlayamazsınız bile. Konuyu anlamış gibi görünen uyanıkların ve sosyal medyada takipçi peşinde koşan bilmişlerin öğütlerine boş verin. Çok küçük bir azınlığa mensup değilseniz, yani son derece zeki bir çocuğunuz, çok paranız ya da her ikisi birden yoksa sihirli bir çözüm de yok. Eğitim gibi karmaşık toplumsal sorunların çözümü ülkenin çocuklarını ve gençlerini öncelik sıralamasında en üste yerleştiren bir bakış açısı, rasyonel, güçlü ve tutarlı bir strateji, ideolojik/politik çıkarlardan arınmış bir politik tutum, toplumun eğitimle bağlantılı diğer boyutlarını (ki bu pratik olarak akla gelen her şey oluyor) dikkate alan bütünlüklü bir yaklaşım, adil, şeffaf, planlı ve büyük yatırım içeren eylem gerektirir. Siz bunu kendi başınıza yapamazsınız, öyle değil mi? Ama bir parçası olabilirsiniz. Başlamak için öncelikle travma yaşamış ruhunuzun zafiyetinden yararlanarak kişisel (ya da politik) çıkar sağlamak isteyenlere kırmızı kartı gösterin. İkinci adım olarak en yakınınızda duran lise ya da üniversite adayı genç insanlara sistemi anlatmaya çalışın. Onlara yaşadıklarının kendi kabahatleri olmadığını gösterin. Lütfen.