6 Kas 2024
Halil Nalçaoğlu
Askerî boyuta sahip siyasi çatışmaların barışla sonuçlanabilmesi için iletişim elzemdir. Dünya genelinde pek çok örnek bunu kanıtladı. Ancak burada sıradan bir iletişimden bahsetmiyoruz. Gerekli hazırlıkların yapıldığı, taviz ve kazanımların dengelendiği, kırmızı çizgilerin belirlendiği, olası ilerleme yollarına göre farklı çözümlerin düşünüldüğü (yani öngörülebilir) ve en önemlisi iyi niyet ve güçlü bir iradeyle tasarlanmış bir iletişimden söz ediyoruz. Buna kısaca “rasyonel iletişim” diyebiliriz. Türkiye, Ekim ayı başlarında kendi askerî-siyasi çatışmasını çözmek amacıyla böyle bir süreci başlattı. Bu iletişimin aşamaları incelendiğinde ise bazı ilginç boyutlar göze çarpıyor. Bu noktada çoğu yorumcu ve analistin dikkat etmediği bir noktaya, çözüm dilinin psiko-dinamiğine odaklanmak istiyorum.
Türkiye, her zaman yoğun bir siyasi gündeme sahip bir ülke oldu. Özellikle Batı toplumlarıyla kıyaslandığında, her gün ortaya çıkan yeni gelişmeler adeta soluklanmaya fırsat tanımıyor. Dün çok önemli görünen bir konu, ertesi gün gündemden düşüyor; adeta şoktan şoka savruluyoruz. Bu sürekli hareketlilik ortamının yarattığı kitlesel psikoloji, rasyonel iletişim için elverişli değil. Son “açılım” süreci de bu zincirin yeni bir halkası oldu.
Devlet Bahçeli’nin imzasını taşıyan bu “çözüm” girişimine yakından bakalım. Türkiye’nin Kürt sorununu yeniden ele alması, bir sembolik jestle başladı: MHP Genel Başkanı Bahçeli, TBMM’nin açılış gününde DEM Parti grup başkan vekilinin ve bazı milletvekillerinin elini sıktı. Herkes şaşkınlıkla “Acaba hangi dağda kurt öldü?” diye sordu. Ancak kısa bir süre sonra, bunun basit bir jest olmadığını, daha büyük bir hamlenin ilk adımı olduğunu gördük. Bahçeli, grup toplantısında bu kez terör örgütü PKK liderinin örgütü lağvettiğini açıklaması ve tek taraflı olarak silah bırakması gerektiğini söyledi. Bu açıklama, Bahçeli’nin PKK liderini açıkça muhatap alması nedeniyle büyük bir şaşkınlık yarattı.
Bir hafta sonra Bahçeli yine grup toplantısında, bu sefer Öcalan’ın Meclis’te DEM grubunda örgütü feshettiğini “haykırmasını” istedi. Bu son açıklama adeta “yer yerinden oynadı.” Artık kimse şaşırmasa da DEM Parti yetkililerinden gazetecilere, iktidardan muhalefete kadar herkesin kafası karışmıştı. “Böyle bir şey bekliyor muydun?” sorusu sıkça sorulmaya başlandı. Hatta her konuda “ben zaten demiştim” diyen gazeteciler ve yorumcular bile şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bu süreçte çeşitli ve birbirini tutmayan tahminler, komplo teorileri dolaşıma girdi.
Bunun, son yıllarda özgül bir karakter kazanan “rejim dili”nin yeni bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. Genellikle bu dil, gerçek gündemi gölgelemek amacıyla yaratılmış sahte gündemler olarak tanımlanıyor. Ancak bana göre durum böyle değil; yaşanan her şey gerçek gündemi temsil ediyor ve bu gündemin özgül bir psiko-dinamiği var. Bu dinamiği anlamak için kullanılan dilin psikolojik yönüne bakmak gerekiyor.
Bahçeli, Öcalan’ı Meclis’e davet edip “umut hakkı”ndan bahsettikten sonra şunu söylüyor: “Hodri meydan, buna varız; vatan, millet, devlet, bayrak, ortak gelecek ve tam bağımsızlık için bunu dahi sineye çekmeye sonuna kadar hazırız. Türkiye ve Türk milleti için her fedakârlığı yapmaya, her çileye katlanmaya, lazım gelen her adımı atmaya kararlıyız.” Burada sunulan proje, büyük fedakârlık ve feragat gerektiriyor. Bahçeli, ülke için bu fedakârlığa ve bu adımın doğuracağı büyük acıya katlanmaya hazır olduğunu belirtiyor. Ancak gerçekten yaşanacak bir acı mı var?
Bu noktada, acıdan çok bir hazdan söz edebiliriz. Söylemin içeriğine bakıldığında, feragat söylemi aslında söylemi gerçekleştiren kişi için ideolojik bir pekiştirme ve haz üretme işlevi görüyor. Aracı amaç haline getiren bir siyaset diliyle karşı karşıyayız. Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi kitabında totaliter rejimlerin feragati toplumdan talep ettiğini söyler; “arzularınızı bir kenara bırakın, bağrınıza taş basın ve itaat edin” talimatı toplum içindir. Bu durumda asıl feragat nesnesi söylem sahibi değil, toplumun kendisidir. İdeolojiler için önemli olan, sürdürülen söylemin doğuracağı sonuçlar değil, bu söylemin kendisidir. Hedefe ulaşılamayacağı açık olsa bile, ideolojiler kendi tutarlılıkları için varlıklarını sürdürür.
Kürt meselesinin çözümünün kolay olmadığını biliyoruz. Bu yolda, başka ülkelerin deneyimleri bize her iki tarafın da vazgeçmesi gereken taleplerin olduğunu gösteriyor. Bu zorluk, işin tam da merkezinde. Bu anlamda, Bahçeli’nin önerisi gerçek bir çözüm önerisi olarak sayılamaz. Söylemde incelikle kurulan gerçeklik, askerî ve politik çatışma gerçekliğinden oldukça uzaktır—nitekim Kandil (askeri) ve Edirne (politik) dışarıda bırakılmıştır. Buradaki analiz nesnesi sahadaki müzakereler, verilen ödünler ya da kazanımlar değil; Türkiye gündemini bir ay boyunca meşgul eden kürsü konuşmaları, sembolik jestler ve vatan, bayrak, millet gibi sembolik nesnelerdir. Şayet sahada yaşananlar dile getirilseydi, kazanımlar (silah bırakma, örgütün feshedilmesi vs.) ile utanılacak bazı tavizler de gündeme gelecekti. Bahçeli, bu utancı, hayal edilebilecek en utanç verici öneriyi fedakârlık ve feragat nesnesi yaparak etkili bir şekilde bertaraf etmiştir.
Özetle, Devlet Bahçeli’nin “çözüm” söylemi, sembolik jestler ve güçlü bir retorikle toplumu etkileyen, ancak esasen somut bir çözümden uzak bir psikolojik iletişim örneğidir. Bu söylem, halktan feragat ve fedakârlık talep ederken, ideolojik bir tutarlılığı pekiştirmek ve mevcut siyasi gündemi güçlendirmek amacıyla kullanılır. Gerçekten çözüm getirme iddiasından ziyade, toplumu şekillendirmeyi hedefleyen ve kolektif psikolojiye hitap eden bir strateji olarak karşımıza çıkar. Bu durumda, siyasi iletişimin asıl amacı çözüm değil, mevcut ideolojinin sürdürülebilirliğini sağlamaktır.